(Dile Gelen Taş/ Samiha Ayverdi)


Ben çitlenbik ağacı olsam, sen, dallarımda gezinen bir çocuk…
Ben çocuk olsam, sen, zihnimde uçuşan bin bir sual…
Ben gece olsam, sen, karanlıklarımı yırtan bir güneş…
Ben pınar olsam, sen, su arayan bir yolcu…
Ben ağaç olsam, sen, ona dolanmış bir sarmaşık…
Ben kıyı olsam, sen, ona çarpan bir dalga…
Ben dalga olsam, sen, dudak sürdüğüm bir kıyı…
Ben kaval olsam, sen, onu üfleyen bir çoban…
Ben ay olsam, sen, onunla halleşen bir sevdalı…
Ben yol olsam, sen, gönlüm gibi, evi köyü kaybetmiş bir yolcu…
Ben gözyaşı olsam, sen, onu silen bir aşık…
Ben türkü olsam, sen, onu çağıran bir dudak…
Ben şarap olsam, sen, içtikçe içen bir sarhoş…
Ben sarhoş olsam, sen, haşrederek içtiğim bir şarap…
Ben rüya olsam, sen, onunla sabahlayan bir şeyda…
Ben ateş olsam, sen, onu yelpazeleyen bir el…
Ben tılsım olsam sen, onu saklayan gizli hazine…
Ben göz olsam, sen de onun bebeği…
Ben kalp olsam, sen de onun hayatı…
Ben nokta olsam, sen, onda gizlenmiş kainat…
Ben kainat olsam, sen, onun ruhu olan tek nokta…
Ben asırlardan asıra geçmiş bir miras olsam, sen, her devirde ona sahip çıkan mal sahibi…
Ya sen ne olsan, ey varı yoku, olmuşu olacağı, ala ve esfeli avuçlarında gördüğüm Rabbim? Bana sorarlarsa sen ağaçtan: ¨İnni en’allah!¨ diyen ses…
Ben de, korku ve dehşete düşmüş bir Musa…


Senin için kanmak müyesser değil zavallı sürgün! Dünyada kanmadığın gibi ukbada da kanmayacaksın! Dağlar denizler, çiçekler, kuşlar hep cânân.. Tulû ve gurub cânân... Yıldızlar cânân.. Rüzgar o ses o ahiretin bütün sahraları, Kevserleri ve bütün nimetleri o.. büün mevcudatın tecellisi o.. azabı da o gazabı da o..
Sen O'na kanamayacaksın!...

Üzülmedim Diyemem l İbrahim Tenekeci


bugün dalgınım, dün de dalgındım
aç bile değildim aynaya bakmasaydım
dünden kalmış yemekleri yerken ki gönülsüzlük
gibi burdayım…

burayı sevmiyorum, bahsetmişimdir.
unufak olmak iyidir olmamaktan
hiç böyle demedim, yarabbim bilir
bu bozuk güzellik, kalbimi yoran…

bir sandalye çektim zor günlerin altına
ah ama,

kimse yüz vermiyor bana, sandalye bile
beni çağırıyor, yarım kalan ne varsa
bana düşüyor, her yağmur tanesini
suya götürmek, o serin ırmaklara

öyle ya
bir almanı herkes tanır, miğferi varsa
moskofu da tanırlar, yatıp uyumamışsa
bunları şunun için anıyorum burada
kim tanır beni, şaşkınlığım olmasa

bağırıp duruyorum denizin ortasında,
su buradan ne kadar uzakta…

Bugün inceyim...
Ruhum, ağzını yara almış bir kadırgaya hevesle açan okyanus gibi, itinayla seçtiğim sözcükleri içine alıp boğacak kadar allak bullak, dalgaları ölümcül... İmkansız bir aşka aracılık etsin diye özenle hazırlanmış, üzerine divitin hiç dokunmadığı bir kağıda benzemiyor inceliğim. Benzemiyor çünkü bir çağrım yok, bir çağrıya karşılık da değilim.

Bugün inceyim...
Fakat bu, sadece bir anne tarafından doldurulabilecek kocaman bir boşluğun ortasında, takatsiz, titrek bir muma dönüşmüş olmamdan da kaynaklanmıyor. O boşluk gittiğim her yerde etrafımdaydı o mum; çölünü kaybetmiş bir mekkarenin sönmesinden korktuğu meşale gibi, is tutarak yanıp durdu gözlerimde. Biliyorum ki, bu da değil sebebi inceliğimin...

Bugün inceyim...
Ne savaşlar, ne düşen kentler, ne karmaşa, ne kaos; hiçbiri, hiçbiri değil inceliğimin sebebi. Sanki yeryüzünde hiç kimse yok, bir tek ben varmışım gibi...Sanki ilk insanın yeryüzüne atıldığında duyduğu o gariplik, o yalnızlık, o şaşkınlık, milyarlarca insanın bilinçaltından geçerek gelip bende konaklamış gibi... Sanki bütün gövdem iyilikle yıkanmış ve her şeyi affetmeye hazır hale getirilmiş gibi...

Bugün inceyim...
Ama ne yaşadığım dünyayla, ne öteki insanlarla, ne geçmişimle ilgili değil inceliğim.
Sanki her şeyden koparılmış ve kendi insanlığımla başbaşa bırakılmışım gibi: Yalnızca benimle, benim ruhum arasında...

...
Sorun şu ki Tanrım;
gömleğim bir kavgada önden yırtıldı ve ben kimselere anlatamıyorum.
Kimseler inanmıyor gözlerimdeki yaraların gerçek olduğuna.
Oysa ne Meryem’in iffetinden şüphe ettim ne de Magdalena’ya bir tek taş attım.

Kitap Hastaları....


1721 senesinde Anthony Askew isminde bir ingiliz doktoru kütüphanesinde bulunan nadir bir anatomi kitabını insan derisi ile cildletmişti. İnsan vücudunun muhtelif aksamından bahseden böyle bir kitabın yalnız insan derisi ile cildlenebileceğini iddia eden bu doktor tedavisi imkansız görülen hastalıklardan birine tutulmuştu. Bu da “Bibliomanie” denilen bir nevi kitap hastalığı idi. Koleksiyon yapan her kimsede olduğu gibi onda da nadir kitabın veya bir cildin bulunması şarttı. Askew, Yorkshire’de büyücülük yaparken yakalanıp idam edilen bir kadının derisini satın almış ve kitabını bununla kaplamıştı.



ilk olarak on altıncı asırda Holandada görülen bu hastalık kısa bir zamanda bütün Avrupayı kaplamış ve birçok memleketlerde Askew’in “insan derili” kitabına benzer kitablara malik olmak için çırpınan kimselere rastlanmıştır. Fakat bu hastalığın merkezini Londra teşkil etmiştir. 1790 senesinde gene bir ingiliz doktoru John Hunder bu sefer deri hastalıklarından bahseden bir kitabı nasılsa eline geçirdiği bir ölünün derisi ile cildletmiştir.

“Bibliomanie” hastalığına tutulanlar ekseriya yalnız bir mevzu üzerinde kitab toplamaya çalışmışlardır ve çalışmaktadırlar. Bunların arasında gök yüzünün esrarından bir kelime anlamayıp astronomi kitapları toplayanlara, askerlikle alâkası olmayıp harb stratejisi hakkında şimdiye kadar yazılmış eserleri arayanlara, hayatları boyunca evlemeyip, kadını tanımamalarına rağmen durmadan cinsî münasebetlerden bahseden cildleri araştıranlara rastlanmıştır ve rastlanmaktadır.

“Bibliomane”lar ekseriyetle kitablarını kimseye göstermez ve yıpranır korkusu ile ellerini bile bu hazinelere dokundurmazlar. Hattâ altın pahasına satın aldıkları kitabları paketlerinden çıkarmadan ölinceye kadar sakladıkları vakidir. Bunlar arasındaki şiddetli rekâbet yukarıda bahsettiğim “mezar bibliomanie”sini yaratmıştır.

1920 senesinde Mercure de France isimli Fransız dergisinde çıkan bir makale tıp talebeleri ile doktorların bilhassa bu hastalığa tutulmakta olduklarını ve bunlardan bazılarının otopsiler esnasında kaçırdıkları insan derilerile kitablarını cildlettiklerini yazmaktadır. Bu makalede şu hâdise de nakledilmiştir: “1881 senesinde tıp fakültesi talebelerinden biri yalnız “ölüm” den bahseden kitabları toplamakta olan bir arkadaşına yılbaşı hediyesi olarak insan derisi ile cildlettiği Theophile Gautier’in “Ölüm Komedyası” isimli eserini vermiştir.

O senelerde Paris mücellidleri “mezar bibliomanie”si denilen hastalığa tutulanların sayısız olduklarını söylemişlerdir. Bunlardan birine başvuran bir bibliomane gayet nadir bir kitap getirmiş ve bunun insan derisi ile cildleneceğini söylemiştir. Kitabın ismi “Mercier de Compiegne’in memelerinin methüsenası” idi. Cild meraklısı şahıs kısa bir zaman evvel ölen bir kadının memelerini de getirmiş ve kitabının sırtına yazı yazılmayıp süs olarak meme başlarının konulmasını istemiştir.

Müşterisinin ismini vermiyen aynı mücellid bu şahsın bir müddet sonra yeniden dükkânına uğradığını ve bu sefer de Alexandre Dumas’ın “Üç silahşorlar” isimli kitabının nadir bir tab’ını getirdiğini söylemiştir. Bu kitab da boğularak öldüğü iddia edilen bir bahriyelinin derisi ile cildlenmiştir. Mücellid, bahriyelinin yalnız düello yapan silahşorlarla dağlanmış göğüs derisini kullanmak emrini almış ve kitab o şekilde cildlenmiştir.

Fakat bu sahada en ileri giden ve eşine ender raslanır bir cild sahibi olan muhakkak ki Fransız Tıp Fakültesi talebelerinden Aimé Leroy olmuştur. Bu talebe bir gece mezar açarak ?air Delille’nin cesedinden deri parçaları çalmış ve bu ölü tarafından tercüme edilmiş olan “Les Georgiques de Virgile” i bu deri parçaları ile kaplatmıştır. Bu kitap 1906 senesinde Aime Leroy’un torununun kütüphanesinde elan bulunmaktaydı.

Gene Fransada bir çok eseri ile tanınmış olan Flammarion, kitaplarından birini insan derisi ile kaplatmıştır. Fakat bu hâdisenin bir mecburiyet altında vuku bulduğu bayan Flammarion’nun hatıratından anlaşılmaktadır. Bayan Flammarion’a göre kocasına derin bir hürmet besleyen bir Rus kontesi vasiyetnamesine bir kayıd koymuş ve sırtının derisi ile Flammarion’un “Tohrak ve sema” isimli kitabının cildlettirilmesini istemiştir. Kontes ölünce de Flammarion bu son arzuyu yerine getirmek için kitabını istenilen şekilde kaplatmıştır.

Kitapları okumak değil, fakat saklamak için toplayan bu hastalar “zararsız deliler” olarak tarif edilmektedir. Aradıkları nadir bir kitabı bulamamak bu gibilerin sıhhatlerini bozmakta ve bazan onları deliye çevirmektedir. Fransız müverrihleri, incil’in hayalî bir tabını aramakla ömrünü geçiren Marki dö Chalabre’ın bu kitabı bulamamanın verdiği kederle intihar ettiğini de nakletmektedirler.

Ömer Sami Coşar – Meraklı Bahisler

Nesli Tükenmekte Olan Bir Canlı Lepisma Sakkarina


Lepisma sakkarina; Tysanura takımından Lepismatidae familyasının örnek tipi olan bir canlı.. daha doğrusu bir böcek.

Yazının başlığına ve ilk satırlarına bakıp da bir biyoloji yazısı olduğunu sanmayın sakın. Bahsettiğimiz canlının Türkçe karşılığı: Kitap kurdu. Hani şu kütüphanelerimizdeki bilhassa hiç okunmayıp evlerimizin salonlarındaki vitrinlerde aksesuar malzemesi olarak kullanılan kitaplarımızın bir ucundan başlayıp diğer ucuna kadar okuyabilen(!) minik canlı.

Ama biz burada Lepisma sakkarina'nın yâni, kitap kurdunun, insanlar arasındaki bulunanından, daha doğrusu nesli tükenmekte olanından bahsedeceğiz.

Kitap kurtluğu veya kitap meraklılığı üzerine dilimizde birçok deyim mevcut. Kitap kurdu; kitap meraklısı, kitaplarla ilgisi çok fazla kişi manasına kullanılmakta.

Ayrıca yabancı dillerde bibliyoman kavramı var. Kitap hastası, kitaplara hastalık derecesinde ilgi duyan kişi demek. Daha açık bir ifade ile kitap delisi. Osmanlı kültüründeki karşılığı "Mecânin-i Kütüp". Bir de bibliyofil var. Bizdeki karşılığı "Muhibban-ı Kütüp" yâni kitapsever.

Evet, biz kendisine kitap indirilmiş bir ümmetiz. Kitap, hayatımızın her karesinde; dünyaya ilk gözlerimizi açtığımızda kulağımıza fısıldanan besmeleden, "sessiz gemi" ile son yolculuğumuza uğurlanıştaki İlâhî "Yasin" nağmelerine kadar... Ve tabiî ki imanımızın gücüyle doğru orantılı olarak da, hayat yolculuğumuzun her safhasında...

Kitap, ümmi de olsa bu ülke insanının yüreğinin derinlerinde yer etmiştir. Onun için bir mes'ele olduğunda "kitabını seversen..." diye yemin verdirir insanımız.. ve küfürlerin en ağırı olarak da "kitapsız" kelimesi girmiştir literatürümüze...

Hayat felsefesini Ana Kitab'ın "İkra" emri çerçevesinde kurup, ona bağlı olarak kitap ağırlıklı bir medeniyet geliştiren ecdadımızın elbetteki kendine has bir kültürü, değerleri ve bu kültür ve değerleri temsil eden orijinal şahsiyetleri olacaktır. Konumuzun odak noktasından fazla sapmadan "Mecânin-i kütüp" ve "Muhibban-ı kütüp" arasında bir seyahata çıkalım dilerseniz.

Henüz karanlığı üzerinden atamamış Avrupa'nın en bilgili idarecisi sayılan Fransa kralı V. Charles'ın kütüphanesinde 900 (dokuzyüz) kitap bulunup, kilise kütüphanelerinde kitaplar demir parmaklıklar arasından okutulurken, kapı komşusu Müslüman Endülüs'ün hükümdarı Halife II. el-Hakem'in kütüphanesinde 600.-000 yazma kitap bulunmakta ve Gazalî, Endülüs'te yazılan bir kitabın üç ay sonra Şam sahaflarına ulaşmasından dolayı devrinden yakınarak, artık insanların ilim yerine servete önem ve öncelik verdiklerinden şikâyet etmektedir.

Meşhur Cahız, ilim öğrenmek için kitaplara para yetiştirememekte ve çareyi kitapçı dükkanlarını kiralayıp, geceleri üzerinden kilitleterek sabahlara kadar tetebbu'da bulmaktadır.

"Muvatta" gibi dev bir eserle ardında silinmez izler bırakan İmam Malik Hazretleri de, kitap okuyarak ilim öğrenmek için zamanının her dakikasının hesabını yapmakta ve def-i hacette geçecek zamanı dâhi israf kabul ederek, üç günde bir def-i hacete çıkacak şekilde yemeğini azaltmaktadır.

İbn-i Cevzî, tedris, te'lif ve fetva ile dolu dolu yaşadığı ömrünün tek ânını bile boşa geçirmeyip, bazısı yirmi cildi bulan 340'dan fazla eser vererek, kitap yazmadık hiçbir ilim dalı bırakmamakta ve yazmış olduğu eserlerinin toplamı ömrünün günlerine bölündüğünde bir güne dört defter(forma) düşmektedir. Ve bu ilimlerle içli dışlı geçen ömrü boyunca, bıraktığı birbirinden kıymetli eserleri yazarken kullandığı kalemlerin yontulmasından ortaya çıkan talaşları biriktirip, vefatında gasil suyunun ısıtılmasında kullanılmasını vasiyet etmekte.

İbn-i Rüşd'ün, biri babasının vefat ettiği, diğeri de evlendiği gece olmak üzere hayatında kitap okumadan geçen sadece iki gecesi vardır.

İbn-i Teymiye, beline kadar uzanan örgülü saçları ile her gece kitap okumaya başlamadan önce saç örgüsünün bir ucunu çiviye asar ve böylece okurken uyuyakalmasını önlemeye çalışırdı.

Sekiz yıllık kısacık saltanatına kıtalar fethini sığdıran koca Yavuz, develere yüklettiği kütüphanesini bir an olsun yanından ayırmaz ve şehzadelik döneminde üç saate indirdiği uykusuyla günde sekiz saat kitap okurdu.

İlmin kaydedildiği kağıdın bile bizim kültürümüzdeki yeri ayrıdır. Osmanlı ülkesini ziyaret eden Avrupalı seyyahlar, hatıralarında: "Osmanlı ülkesinde, üzerinde dinî bir metin olsun veya olmasın yerde bir kağıt parçası göremezsiniz. Onu hemen mukaddes bir şey imiş gibi alıp bir duvar kovuğuna yerleştirirler" diye yazdıklarına şâhit oluruz.

Bilginin ve yazılı kültürün ehemmiyetini göstermesi açısından Muallim Naci'nin Medrese Hatıraları'nda anlattığı:

"Boğaz'ı geçerken kayığı alabora olan Osmanlı şâirinin, denize batarken bile, yanındaki şiir defterini sopasının ucunda suyun üstünde tutmaya çalıştığının" hikâyesi ne kadar dramatik ve göz kamaştırıcıdır.

Bir de yakın tarihimizin kitap kurtlarından Cemil Meriç'in öğrenme aşkıyla çırpınmasının hikayesi ayrı bir ibret tablosudur:

Cemil Meriç, gece gündüz okurdu. Bu yüzden gözlerinin gücünü her gün biraz daha yitirdi. Ne var ki o buna hiç aldırmaz, odasında masanın üstüne sandalyeyi koyar, kendi de sandalyeye çıkarak kitabını, ampule 30 santim uzaklıkta tutardı. Bunu, elektrik ampulünü aşağıya değin iletecek kordona verecek parası olmadığı için yapardı. Bunca parasız oluşunun sebebi ise, eline geçen paranın tamamını kitaba yatırmış olmasıydı.

Kitap kurtları ve kitapseverlerden bahsettikten sonra bir nebze de "Mecâ-nin-i kütüp", yâni bibliyomanlardan bahsedelim:

Bunlar, tabiri caizse kitap tozlarıyla beslenirler, kitap tozları onlar için polen gibi çok besleyici bir gıdadır. Nâdide kitapları kütüphanelerine edinebilmek için yapmayacakları şey yoktur. Ayrıca başkasına da kitap vermezler.

Şu sözler bunlarla alâkalı, günümüze kadar gelmiş şark kitap kültürünün vecizeleleridir:

"Kitabımın kâğıdının bir köşesini her kim nişan için bükerse bana hançer çekmiş, kanımı dökmüş bir katil olur."

"Bu kitap benim rûhum ve ömrümün mahsulü gibidir. Ben ölünce nâdan bir cahile kalacak diye korkarım."

"Kitabın yüzüne bakınca gönlüm eğlenir, emdiğim şeker kamışının sütü gibidir. Sakın kitabımı benden isteme. Çünkü bu, elimden sevgilimi almak gibidir."

"Dostların kitabına tamâ etmek kötü ve fena huyluluktur. Okuyup geri vermemek ise, civanmertliğe muhalif, nâmertliktir."

Türk dilinin ve kültürünün temel eserlerinden biri olan "Divan-ı Lügât-ut-Türk"ü asırlar sonra gün yüzüne çıkaran Ali Emîrî Efendi (1857-1924) de bunlardan biridir. Kendi ifadesiyle, "Lamba kenarında kitap mütalaa ederken sabah olmak defaatle vâki oldu. Uyusam kimse yanımda yatamazdı. Okuduğum kitapları savt-ı aleni ile (yüksek sesle) tekrar edermişim" diyen Ali Emîrî Efendi'nin kitap uğruna katlanamayacağı fedâkârlık yoktur.

Yanya'da maliye müfettişi olduğu yıllarda Arapça güzel bir kitap bulur ve hemen satın alır. Ancak aldığı kitap eserin birinci cildidir. İkinci cildi de vardır ama, kimbilir nerede ve kimde? Uzun araştırmalar neticesinde kitabın ikinci cildinin Kuzey Yemen'de, San'a'da oturan bir şahısta olduğunu öğrenir. Ne pahasına olursa olsun o cildi elde edebilmek için kitabın sahibine arka arkaya mektuplar yazdıysa da, olumlu cevap alamaz. Bütün rica ve ısrarlara rağmen adam kitabı satmaya yanaşmaz. Ali Emîrî, ümitsiz ve huzursuzdur. Fakat kitabın peşini bırakmamaya kararlıdır. Yüz yüze görüşürse belki adam ikna olabilir düşüncesiyle Yemen'e gitmeye karar verir; fakat Yanya nere, Yemen nere...

Emîrî Efendi'nin kitap uğruna katlanamayacağı hiçbir maddî - mânevî fedâkârlık yoktur. Fakat resmî vazifesini bırakıp nasıl gidecektir. Onun da kolayını bulur ve Nezaret'e müracaat ederek Yemen'e tayinini ister. Allah'dan ki. Yemen'deki şahıs o günlerde kitabı satmaya razı olmuştur ve bir kitap macerası böylece güzel bir neticeye bağlanır.

İşin daha da güzeli, Ali Emîrî Efendi, fakr u zaruret ve çile dolu ömrü boyunca oluşturduğu bu paha biçilmez yazmalarla dolu kütüphanesini, sağlığında milletine bağışlama civanmertliğini gösterir. Hem de neye rağmen? Fransızların, devrine göre 30.000 altın gibi astronomik bir satın alma fiyatı, Paris'te adına bir kütüphane, yaşadığı müddetçe yüksek bir maaşla hafız-ı kütüp olarak kitaplarının başında bulunma ve emrine Müslüman ahçı ve hizmetkârlar verme gibi çok cazip bir teklife rağmen...

Ali Emîrî Efendi bu teklife hiç tereddüt etmeden şu cevabı verir. "Efendiler, ben bu kütüphaneyi milletimin bana verdiği maaşlarla yaptım. Öldüğüm zaman milletime kalması için... Bir daha böyle bir teklifle gelirseniz, sizi buradan kovarım."

Bir kitap tutkunu da, Mehmet Akif merhumun "Safahat"ının altıncı kitabı "Asım" daki "Köse İmam" dır. Muhayyel bir şahıs olmayan Köse İmam, Akif'in bu şiirini ithaf ettiği Ali Şevki Efendi'dir.

Akif'in "ilmi az, görgüsü çok, fıtratı yüksek imam" diye tarif ettiği bu tok sözlü adam da, çok zengin olan kütüphanesinden kimseye kitap vermez, çok ısrar edildiğinde ise, kütüphanesinin üst tarafına astığı;

"Dest-i gadr-i müstaîradan ziyanım bîhisap

Tövbe ettim, âriyet hiç kimseye vermem kitap." levhasını gösterilmiş.

Niye bunları yazdık? Gâyemiz geçmişe nostaljik bir seyahat değil elbet. Görüntü odaklı bir dünyada yaşıyoruz. 14-15 yaşındaki bir çocuğun zekâ seviyesiyle hitap eden televizyondan bilgi ve kültürünü artırdığını zanneden geniş bir kitle ile karşı karşıya bulunduğumuz günümüzde, bir kitap medeniyetinin vefasız evlâdları olarak, gerçek bilgi ve kültürün, görüntünün seline kapılmakla değil, "kelime ve kavramların çilesini çekmekle" kazanılacağını düşünüyoruz.

Kültürel kalkınmışlığın Ölçüsü olan kişi başına tüketilen kağıt miktarının ABD' de 391 kilo olmasına karşılık, ülkemizde ise sadece ve sadece 18 kilo olması oldukça düşündürücüdür.

6 milyon nüfuslu Azerbaycan'da, 60 bin baskı yapan bir şiir kitabı 6 ayda tüketilirken, 60 milyonluk ülkemizde üçbin baskı yapan bir fikir kitabı veya roman maalesef üç yılda zor satılmaktadır.

Gururumuzu incitse de şu soruyu kendimize sormadan edemeyeceğim:

"Böylesine muhteşem bir kitap medeniyetinin çocukları olarak, neyi kaç defa okumamız gerektiğinin farkında mıyız ve okuduklarımızı ne ölçüde hayata geçirebiliyoruz?"